Kendimle iddaya girdim, şimdiki şarkı bitene kadar bu yazıyı bitireceğim. Bu süre zarfında yazı için bir konuda bulacağım, hatta buldum bile, konu bu yazı olsun! Ne kadar zekiyim değil mi? Şarkının adını da yazının sonuna eklerim.
Düşünüyorum, böyle sürekli bir şeyler yazıp ismine ''yazı'' diyorum. Çok sıradan geliyor ya. Belki başka bir yazıda bu meseleden bahsetmiş olabilirim, bak yine yazı dedim. Ben akıllanmam.
Acaba, ciddi ciddi, bu yazı ileride n'olacak? Sanal dünyada kaybolup gidecek mi, yoksa çıkmış bir deneme kitabında yazı konusu mu olacak. Hatta, kim bilir, belki siz şu an kitabı aldınız elinize, bilmem kaçıncı sayfadan bu yazıyı okuyorsunuz. Ya da blogumu keşfettiniz, bu ıssız blogtaki yazılardan birini okuyorsunuz. Ne kadar ilginç, siz bu satırları okurken ben çoktan yazıyı bitirmiş, ve yazıyı unutmuş olacağım. Ve sizin bu satırları okumanız bu yazının bitiminden bir gün sonra da olabilir, on yıl sonra da. Gerçi on yıla daha adamakıllı bir şeyler yazarım sanırım, kendi kendini konu alan yazı mı olur len. Çok saçma değil mi? Bence de öyle. Gittikce şizofrenliğe doğru yaklaştığımı farkettim şu an, ahahaha. Çok komik değil mi? Bence de öyle.
Hayatla da iddaya gireriz çoğu zaman. Artık oldu, artık mutluyum, doğru yolu buldum, en mesut benim bla bla oleey hayatın şerefine içelim falan filan havasına girersiniz. Hayatı tiye aldım dersiniz de kendinizi kandırırsınız sadece. Yaşadığınız ilk hayal kırıklığıyla anlarsınız ki, iddayı kaybetmişsiniz. Mesela ben, şarkı bitti lan kaybettim iddayı çok üzgünüm. Neyse denizde kum bizde şarkı hepsi bitene kadar 10-15 yazı yazarım ben sorun yok.
Eveeet, şimdi yeni bir paragraf açtık yazımız için. Yeni birkaç artistik cümle bulmalıyız konuyla alakalı. Siz de konu önerin diyecem, siz önerdiğinizde çoktan yazı bitmiş olacak, ne yazık.
İnsanlar, sahip oldukları ruh hallerine göre yazı şekillenir bence. Gerci biraz garip oldu, ''Suyun altında nefes alamıyorum demekki suyun altında oksijen yok arkadaşlar ehehehe.'' der gibi hissettim bir an. Ama biliyoruz ki suda oksijen var. Bakınz-> H2O. Şu an benim ruh halimi tahmin edersiniz belki, ama ben bilmiyorum agalar benim ruh halini. Her şeyden biraz var desem yeterince açıklayıcı olur.
Son paragrafa hızlı bir geçiş yaparken, ben de kendimle yeni bir iddaya giriyorum. Şu yazış tarzımı değiştirecem ya, çok gabbiriguppak geliyor. Bir bizim Zeyyat hocanın denemelerine bakıyorum bi benimkilere, vallahi çok utanıyorum yazıları silesim geliyor. Bu yazıdan sonra tarz değiştiriyorum Zeyyat hoca gibi olacam, siz de şahitsiniz bak!
Not: Yazının başladığımdan bu yana dinlediğim şarkılar;
Metallica- Master of the Puppets
Mor ve Ötesi- Nakba
Kurban- Yosma
Malt- Aşk şarkısı.
30 Haziran 2012 Cumartesi
29 Haziran 2012 Cuma
Geçmiş
Sanki geçmişi özlemeye odaklıdır insanoğlu. Geçmişteki mutluluklar, olaylar, durumlara takılır kalır. Hayatını pişmanlıklarla, keşkelerle doldurmaya başlar geçmişe takılı kaldıkca. En sonunda şu andaki ve gelecekteki mutluluklarını feda eder bir hiç uğruna.
Tesadüf gibi görünen bir şey hatırlatıverir birden geçmişi. Aslında hiç unutmamışsınızdır, sadece unuttuğunuzu sanırsınız. Sadece çevrenizdekileri ve kendinizi kandırırsınız durmadan. Hatırlama anı gariptir. Bir yandan mutlu, bir yandan hüzünlüdür. O günlerdeki duygular kaplar bir yandan bedeninizi. Mutluluk, sevinç, huzur. Sevgilinizin seni seviyorum sözleri. Ve aniden şu ana dönersiniz. O duyguyu şu an yaşayamamanın acısıyla oluşmuş bir hüzün doldurur bedeninizi. O’nu sevip o’na inandığınız için kendinizden nefret etmeye başlarsınız sonra. ”Vay be.” dersiniz, ”Tam bir yıl olacak yakında.” Ne çabuk geçer şu zaman? Her şeyi durduracak kuvveti kendisinde bulabilen insanoğlu, zamanı durduramaz bir türlü. O boyuna akıp giderken, zamanımız zamanı durdurabildiğimiz günü hayal etmekle geçer durur.
Hani, hep hayal edilen bir zaman makinesi vardır. Bir gün olur da icat edilse o makine, oluşabilecek kaosu düşünebiliyor musunuz? Makine bütün beyaz eşyacılarda satılsa, herkes geçmişe, geleceğe gidip dursa, yeterince kirlilik yokmuş gibi bir de ”zaman kirliliği” diye bir kavram çıksa pek de düzenli olmazdı sanırım. Düşünsenize bir; yolda normal gidiyorsunuz, birazdan o’nunla ilk defa karşılaşacak ve tanışacaksınız. Birden kendinizi görüyorsunuz! Selamlaşıyorsunuz, nasılsın iyisin muhabbeti falan. Tabii bu arada siz şizofren gibi hissediyorsunuz. Sonra size bu yoldan gitme şu ara yoldan git falan diyor, bir şeyler geveliyor. Siz anlamasanızda o yoldan gidiyorsunuz neler kazandığınızı ve kaybettiğinizi bilmeden..
Yapmamız gereken, geçmişten ders alarak şu anı yaşamak ve gelecekteki mutluluklarımızı üretmek. Çoğumuz reddetse de aslında hepimizde bunu yapabilecek güç vardır. Mutluluk, eski sevgilinizle olan mesajlarınızda değil, bunu farketmelisiniz.
Tesadüf gibi görünen bir şey hatırlatıverir birden geçmişi. Aslında hiç unutmamışsınızdır, sadece unuttuğunuzu sanırsınız. Sadece çevrenizdekileri ve kendinizi kandırırsınız durmadan. Hatırlama anı gariptir. Bir yandan mutlu, bir yandan hüzünlüdür. O günlerdeki duygular kaplar bir yandan bedeninizi. Mutluluk, sevinç, huzur. Sevgilinizin seni seviyorum sözleri. Ve aniden şu ana dönersiniz. O duyguyu şu an yaşayamamanın acısıyla oluşmuş bir hüzün doldurur bedeninizi. O’nu sevip o’na inandığınız için kendinizden nefret etmeye başlarsınız sonra. ”Vay be.” dersiniz, ”Tam bir yıl olacak yakında.” Ne çabuk geçer şu zaman? Her şeyi durduracak kuvveti kendisinde bulabilen insanoğlu, zamanı durduramaz bir türlü. O boyuna akıp giderken, zamanımız zamanı durdurabildiğimiz günü hayal etmekle geçer durur.
Hani, hep hayal edilen bir zaman makinesi vardır. Bir gün olur da icat edilse o makine, oluşabilecek kaosu düşünebiliyor musunuz? Makine bütün beyaz eşyacılarda satılsa, herkes geçmişe, geleceğe gidip dursa, yeterince kirlilik yokmuş gibi bir de ”zaman kirliliği” diye bir kavram çıksa pek de düzenli olmazdı sanırım. Düşünsenize bir; yolda normal gidiyorsunuz, birazdan o’nunla ilk defa karşılaşacak ve tanışacaksınız. Birden kendinizi görüyorsunuz! Selamlaşıyorsunuz, nasılsın iyisin muhabbeti falan. Tabii bu arada siz şizofren gibi hissediyorsunuz. Sonra size bu yoldan gitme şu ara yoldan git falan diyor, bir şeyler geveliyor. Siz anlamasanızda o yoldan gidiyorsunuz neler kazandığınızı ve kaybettiğinizi bilmeden..
Yapmamız gereken, geçmişten ders alarak şu anı yaşamak ve gelecekteki mutluluklarımızı üretmek. Çoğumuz reddetse de aslında hepimizde bunu yapabilecek güç vardır. Mutluluk, eski sevgilinizle olan mesajlarınızda değil, bunu farketmelisiniz.
22 Haziran 2012 Cuma
Sıkıntı
Sıkıldım.
Her şehit haberinden sonra ellerimi açıp fatiha okumaktan,
Televizyonu açtığımda göz yaşları içinde oğlunun, babasının, amcasının, yeğeninin, dayısının, kardeşinin, abisinin cenazesine son bir kez sarılmak isteyenleri görmekten,
Ve en fazla da, şehit haberlerinden sonra birkaç gün ”Yeeeeeğ kahrolsun pekaka şehitler ölmez vatan bölünmeez.” diyip ikinci bir şehit haberine kadar unutanlardan sıkıldım.
Öyle ki, şehitlerimizi anmak için önce fazla sayıda şehit vermemiz gerekiyor. 1 şehit, 2 şehit az, önemsiz. Onları şehitten saymıyoruz! Ama 5-8-13 şehit olduğunda barajı aşmış oluyoruz, ver elini sokaklar meydanlar. Sizce vatan sevgisi bundan mı ibaret? Atatürk’ü sevmeyen biri gördüğümüzde çoğumuzun ilk yaptığı iş dinlemeden o kişiye hakaretler, küfürler etmektir. Peki soruyorum; kaçımız ‘gerçekten’ o’nun izinde yürüyor? Kusura bakmayın ama, internet başında pineklemekle, şehit haberi geldiğin Facebook’ta twitter’da artizlik yapmakla, bir kitabın kapağını bile açmamakla Atatürkçü olunmuyor, vatansever-milletsever de olunmuyor. Sadece robot, köle olunuyor. Düşünmekten yoksun, ezbere bilgilerle yaşamını sürdürüp yorumlama yeteneğini körelten, bir şey üretemeyip sadece tüketen bir birey oluşuyor. Bu bireyler giderek fazlalaşıyor, giderek bir topluluk haline dönüşmeye başlıyor.
Bazen ölen pkk’lılar için bile üzülüyorum. Doğru düzgün bir amaç uğruna yaşamadan, kendisini koruyan devlete ait askerleri, masum insanları öldürerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu olaya ”Kürt Bağımsızlık Hareketi” diyorlar ve bir gün isyan ettiği devletin askerinin kurşunuyla öldürülüyorlar. O insanların ellerinde silahla dağda olması değil, doktor gömleğiyle hastanede, kalem ve kitaplarıyla okulda, küçük el çantasıyla avukatlık bürosunda ya da hasta annesine bakmak için evde olması gerekiyor. Nasıl bir sistem, nasıl bir düzendir ki bu insanları nefret dolu, savaşcı ve insanlıktan çıkmış bireylere dönüştürüyor? Anlamakta zorlanıyorum ya da, anlamak istemediğimden anlayamıyorum.
Bir kendinizi bir kontrol edin, benimsediğiniz fikirlerle, hayat felsefenizle çelişmeden bir hayat sürün. Ya kendinize göre bir fikir benimseyin, ya da benimsediğiniz fikre göre kendinizi düzenleyin! ”Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün. -Hz.Mevlana” Ve hepsinden önemlisi; lütfen şehitlerimizi bir gün değil her gün anın.
Not: Bu yazıyı bilinçli olarak 1-2 gün sonra yayınlayacağım. Şu an 19 Haziran, herkes şehitlerden dolayı terörü lanetliyor. En azından, eğer şehitlerimizi bu bir-iki günde unutmuşsanız bir daha kolay kolay unutmamanızı sağlar.
Her şehit haberinden sonra ellerimi açıp fatiha okumaktan,
Televizyonu açtığımda göz yaşları içinde oğlunun, babasının, amcasının, yeğeninin, dayısının, kardeşinin, abisinin cenazesine son bir kez sarılmak isteyenleri görmekten,
Ve en fazla da, şehit haberlerinden sonra birkaç gün ”Yeeeeeğ kahrolsun pekaka şehitler ölmez vatan bölünmeez.” diyip ikinci bir şehit haberine kadar unutanlardan sıkıldım.
Öyle ki, şehitlerimizi anmak için önce fazla sayıda şehit vermemiz gerekiyor. 1 şehit, 2 şehit az, önemsiz. Onları şehitten saymıyoruz! Ama 5-8-13 şehit olduğunda barajı aşmış oluyoruz, ver elini sokaklar meydanlar. Sizce vatan sevgisi bundan mı ibaret? Atatürk’ü sevmeyen biri gördüğümüzde çoğumuzun ilk yaptığı iş dinlemeden o kişiye hakaretler, küfürler etmektir. Peki soruyorum; kaçımız ‘gerçekten’ o’nun izinde yürüyor? Kusura bakmayın ama, internet başında pineklemekle, şehit haberi geldiğin Facebook’ta twitter’da artizlik yapmakla, bir kitabın kapağını bile açmamakla Atatürkçü olunmuyor, vatansever-milletsever de olunmuyor. Sadece robot, köle olunuyor. Düşünmekten yoksun, ezbere bilgilerle yaşamını sürdürüp yorumlama yeteneğini körelten, bir şey üretemeyip sadece tüketen bir birey oluşuyor. Bu bireyler giderek fazlalaşıyor, giderek bir topluluk haline dönüşmeye başlıyor.
Bazen ölen pkk’lılar için bile üzülüyorum. Doğru düzgün bir amaç uğruna yaşamadan, kendisini koruyan devlete ait askerleri, masum insanları öldürerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu olaya ”Kürt Bağımsızlık Hareketi” diyorlar ve bir gün isyan ettiği devletin askerinin kurşunuyla öldürülüyorlar. O insanların ellerinde silahla dağda olması değil, doktor gömleğiyle hastanede, kalem ve kitaplarıyla okulda, küçük el çantasıyla avukatlık bürosunda ya da hasta annesine bakmak için evde olması gerekiyor. Nasıl bir sistem, nasıl bir düzendir ki bu insanları nefret dolu, savaşcı ve insanlıktan çıkmış bireylere dönüştürüyor? Anlamakta zorlanıyorum ya da, anlamak istemediğimden anlayamıyorum.
Bir kendinizi bir kontrol edin, benimsediğiniz fikirlerle, hayat felsefenizle çelişmeden bir hayat sürün. Ya kendinize göre bir fikir benimseyin, ya da benimsediğiniz fikre göre kendinizi düzenleyin! ”Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün. -Hz.Mevlana” Ve hepsinden önemlisi; lütfen şehitlerimizi bir gün değil her gün anın.
Not: Bu yazıyı bilinçli olarak 1-2 gün sonra yayınlayacağım. Şu an 19 Haziran, herkes şehitlerden dolayı terörü lanetliyor. En azından, eğer şehitlerimizi bu bir-iki günde unutmuşsanız bir daha kolay kolay unutmamanızı sağlar.
15 Haziran 2012 Cuma
Çelişki
”İnsanoğlu hayatı boyunca o kadar acı çeker ki, canlılar arasında
yalnız o; gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır.” Nietczhe, ya da ismi
her nasıl yazılıyorsa. Google’a bakmak istemiyorum ismin doğru olup
olmadığını kontrol etmek için.
Hayatımız boyunca kendimizle çelişiyoruz, bir tür paradoks içinde yaşıyoruz aslında. Bir şeyi doğru bulmak yerine, her şeyi yanlış buluyoruz sürekli. Anlık heveslerle belirsiz bir hayat yaşıyoruz. Karmaşık, acı dolu. Ne diyorum ben? Ne anlatıyorum? Bu yazıdan çıkarılacak sonuç ne? Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi?
Bir amaçtan yoksunuz. Sistemin bize dayattığı şeyleri yapıyoruz. Köleyiz, beynimiz hapsedilmiş. Yorumlama yeteneği olanlar? Harcanıyor. Ezberleyenler? Sınavlarda birinci oluyorlar, sonrasını Allah bilir. Çalışsak ta çalışmasak ta şu hayatı baştan kaybetmiş durumdayız. O kapitalist imparatorların amcasının yeğeninin kuzeninin çocuğu olmadığımız için, olabileceğimiz en yüksek derece 2. düzey bir iş.
Çektiğimiz acılardan yakınıyoruz durmadan, ama hiç o acıları düzeltmek için herhangi bir şey yapmıyoruz. Bizi terkeden sevgilimizin ardından bilgisayar başında gözyaşları dökerek, acılı şarkılar dinliyerek rahatlamaya, o’nu unutmaya çalışıyoruz. Ne işe yarıyor? Hiçbir şeye! Sizi terkeden sevgiliniz başka kızlarla/erkeklerle keyif çatarken yaptığımız resmen mendil israfı.
Buraya kadar sabırlı okuduysanız bu iyiye işaret, çünkü işin asıl eğlenceli kısmı şimdi başlıyor. Hadi hep beraber bu yazıda yaptığım çelişkileri inceleyelim.
1-)İkinci paragrafta düzensizliğimizden yakınıyorum, ama bu yazı düzenli bile değil! Bir paragrafta anlatılan bir şey 2 paragraf sonra devam ediyor. Varan 1.
2-)Gene ikinci paragrafta, bir şeyi doğru bulacağımıza her şeyi yanlış bulduğumuzdan yakınıyorum. Ve şu an yaptığım bütün yanlışları bulmaya çalışmak değil midir? Varan 2.
3-)Anlık heveslerle amaçsız bir hayat sürdüğümüzden yakınıyorum, ve doğaçlama aklıma ilk gelen cümlelerle kurulu amacı belli olmayan bir yazı yazıyorum! Varan 3.
4-)Çalışsak ta çalışmasak ta fazla bir şey farketmediğini söylüyorum, ama okul zamanı hayvan gibi inekliyorum, ezberliyorum. Yorum yeteneğimi bir işe yaramayacağı için gitgide köreltiyorum ayrıca. Varan 4.
5-)Yakındığım acıları dindirmek için ben de bir şey yapmadım zamanında. Salaklık yapıp bir kızı sevdim, beni terkedince de it gibi ağlayıp şimdi ”ergen grubu” olarak nitelendirdiğim şarkıcıların şarkılarını dinleyip durdum, ve Allah bilir gelecekte de öyle bir deneyim yaşarım. Varan 5.
6-) Yaptığımız çelişkilerden yakınırken kendimle çelişiyorum. Varan 6.
Gördüğünüz gibi, bu yazı bile başta farkedilmese de çelişkilerle dolu, çoğumuzun hayatı gibi. Benimsediğimiz ideolojilerle, inançlarla çelişiyoruz farketmeden. Dikkatli incelediğimizdeyse bir çok çelişki çıkıyor.
Şu fani dünyada sadece bir ömür süreceğiz, elimizde sadece bir hak var! Öyleyse neden bu amaçsızlık, mutsuzluk, çelişki? Kendi doğrularımızı bulduğumuzda ve hayatımızı öyle yaşadığımızda, bu üç sorun da gidecek, inanın bana. En azından; denemeye dener.
Hayatımız boyunca kendimizle çelişiyoruz, bir tür paradoks içinde yaşıyoruz aslında. Bir şeyi doğru bulmak yerine, her şeyi yanlış buluyoruz sürekli. Anlık heveslerle belirsiz bir hayat yaşıyoruz. Karmaşık, acı dolu. Ne diyorum ben? Ne anlatıyorum? Bu yazıdan çıkarılacak sonuç ne? Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi?
Bir amaçtan yoksunuz. Sistemin bize dayattığı şeyleri yapıyoruz. Köleyiz, beynimiz hapsedilmiş. Yorumlama yeteneği olanlar? Harcanıyor. Ezberleyenler? Sınavlarda birinci oluyorlar, sonrasını Allah bilir. Çalışsak ta çalışmasak ta şu hayatı baştan kaybetmiş durumdayız. O kapitalist imparatorların amcasının yeğeninin kuzeninin çocuğu olmadığımız için, olabileceğimiz en yüksek derece 2. düzey bir iş.
Çektiğimiz acılardan yakınıyoruz durmadan, ama hiç o acıları düzeltmek için herhangi bir şey yapmıyoruz. Bizi terkeden sevgilimizin ardından bilgisayar başında gözyaşları dökerek, acılı şarkılar dinliyerek rahatlamaya, o’nu unutmaya çalışıyoruz. Ne işe yarıyor? Hiçbir şeye! Sizi terkeden sevgiliniz başka kızlarla/erkeklerle keyif çatarken yaptığımız resmen mendil israfı.
Buraya kadar sabırlı okuduysanız bu iyiye işaret, çünkü işin asıl eğlenceli kısmı şimdi başlıyor. Hadi hep beraber bu yazıda yaptığım çelişkileri inceleyelim.
1-)İkinci paragrafta düzensizliğimizden yakınıyorum, ama bu yazı düzenli bile değil! Bir paragrafta anlatılan bir şey 2 paragraf sonra devam ediyor. Varan 1.
2-)Gene ikinci paragrafta, bir şeyi doğru bulacağımıza her şeyi yanlış bulduğumuzdan yakınıyorum. Ve şu an yaptığım bütün yanlışları bulmaya çalışmak değil midir? Varan 2.
3-)Anlık heveslerle amaçsız bir hayat sürdüğümüzden yakınıyorum, ve doğaçlama aklıma ilk gelen cümlelerle kurulu amacı belli olmayan bir yazı yazıyorum! Varan 3.
4-)Çalışsak ta çalışmasak ta fazla bir şey farketmediğini söylüyorum, ama okul zamanı hayvan gibi inekliyorum, ezberliyorum. Yorum yeteneğimi bir işe yaramayacağı için gitgide köreltiyorum ayrıca. Varan 4.
5-)Yakındığım acıları dindirmek için ben de bir şey yapmadım zamanında. Salaklık yapıp bir kızı sevdim, beni terkedince de it gibi ağlayıp şimdi ”ergen grubu” olarak nitelendirdiğim şarkıcıların şarkılarını dinleyip durdum, ve Allah bilir gelecekte de öyle bir deneyim yaşarım. Varan 5.
6-) Yaptığımız çelişkilerden yakınırken kendimle çelişiyorum. Varan 6.
Gördüğünüz gibi, bu yazı bile başta farkedilmese de çelişkilerle dolu, çoğumuzun hayatı gibi. Benimsediğimiz ideolojilerle, inançlarla çelişiyoruz farketmeden. Dikkatli incelediğimizdeyse bir çok çelişki çıkıyor.
Şu fani dünyada sadece bir ömür süreceğiz, elimizde sadece bir hak var! Öyleyse neden bu amaçsızlık, mutsuzluk, çelişki? Kendi doğrularımızı bulduğumuzda ve hayatımızı öyle yaşadığımızda, bu üç sorun da gidecek, inanın bana. En azından; denemeye dener.
11 Haziran 2012 Pazartesi
Tanımlanabilir Aşk
Aşk’ı tanımlamak için yaşayabilmiş olmak gerekir. Aşkı hiç yaşamamış
birine aşkı tanımlamaya çalışmak, hiç guave görmemiş birine guave’yi
tanımlamaya çalışmak gibidir. Guave’nin ne olduğunu bildiğinizi
sanmıyorum, ben de bilmiyorum zaten Google’a ”Değişik meyvalar” yazıp
aradım yazıda örnek olarak verebileceğim bir şey bulayım diye en
değişiği bu geldi.
Bir sufiye aşkın tanımını sorsanız, size ilahi aşkın tanımını yapar. Başkaları komşunun oğlunun, Angelina Jolie’nin ya da bir spor takımının tanımını yapar.
Hele bir de aşk acısı diye bir şey vardır, o’nu hangi erkek/kadın icat etti çok merak ederim, ne diye ihtiyaç duymuşlar acaba böyle bir şeye? Düşünsenize; ”Hadi hayatım fazla mutluluk bana batıyor yeni şeyler yapalım mesela aşk acısı çekelim.”
Ne kadar bağlandıysanız, ne kadar aşık olduysanız, ne kadar severseniz o kadar acı çekersiniz. Acı doğru orantılıdır bunlarla.
Hele bir de sizde bir ergen gururu varsa yandınız. O’nu ne kadar çok sevdiğinizi kendinize ve başkalarına kanıtlamak için kendi kendinize acı çektirirseniz. Aşk acısı böyle mal ediyor adamı, yapacak bir şey yok.
Konudan uzaklaştık gibi geldi, aşkı tanımlamaktan bahsediyorduk sanırım en son.
Ben aşkı bir şeyle tanımlayamıyorum, çünkü aşık olduğum tek bir şey değil. Belki ”Yaradılanı yaradandan ötürü sevme” felsefesini benimsediğimdendir bu. Allah’ın yarattığı her varlık -canlı ya da cansız- biraz da olsa o’ndan iz taşır kanısındayım. Şu koca evrendeki uyum ve düzen bile, O’nun mükemmeliğini yansıtır bence. Henüz görmediğim ve belki de asla göremeyeceğim birçok hayvana aşık olmam buna örnek olabilir.
Öte yandan, aşk basit görünse de karmaşıktır, çok karmaşıktır. Onca yazı, şarkı, şiir, hiçbiri tam olarak anlatamaz aşkı. Hep bir şeyler eksiktir, bazı şeyleri tam anlatamaz. Mesela bu yazı, kendi yazdığımdan bir şey anladıysam ne olayım.
Özetle; aşk anlatılmaz yaşanır. Aşk’ın ne olduğunu merak ediyorsanız bir şeyler okumakla vakit kaybetmeyin. Ama fazla merak iyi değildir, benden uyarması.
Hadi Allah’a ısmarladık.
Bir sufiye aşkın tanımını sorsanız, size ilahi aşkın tanımını yapar. Başkaları komşunun oğlunun, Angelina Jolie’nin ya da bir spor takımının tanımını yapar.
Hele bir de aşk acısı diye bir şey vardır, o’nu hangi erkek/kadın icat etti çok merak ederim, ne diye ihtiyaç duymuşlar acaba böyle bir şeye? Düşünsenize; ”Hadi hayatım fazla mutluluk bana batıyor yeni şeyler yapalım mesela aşk acısı çekelim.”
Ne kadar bağlandıysanız, ne kadar aşık olduysanız, ne kadar severseniz o kadar acı çekersiniz. Acı doğru orantılıdır bunlarla.
Hele bir de sizde bir ergen gururu varsa yandınız. O’nu ne kadar çok sevdiğinizi kendinize ve başkalarına kanıtlamak için kendi kendinize acı çektirirseniz. Aşk acısı böyle mal ediyor adamı, yapacak bir şey yok.
Konudan uzaklaştık gibi geldi, aşkı tanımlamaktan bahsediyorduk sanırım en son.
Ben aşkı bir şeyle tanımlayamıyorum, çünkü aşık olduğum tek bir şey değil. Belki ”Yaradılanı yaradandan ötürü sevme” felsefesini benimsediğimdendir bu. Allah’ın yarattığı her varlık -canlı ya da cansız- biraz da olsa o’ndan iz taşır kanısındayım. Şu koca evrendeki uyum ve düzen bile, O’nun mükemmeliğini yansıtır bence. Henüz görmediğim ve belki de asla göremeyeceğim birçok hayvana aşık olmam buna örnek olabilir.
Öte yandan, aşk basit görünse de karmaşıktır, çok karmaşıktır. Onca yazı, şarkı, şiir, hiçbiri tam olarak anlatamaz aşkı. Hep bir şeyler eksiktir, bazı şeyleri tam anlatamaz. Mesela bu yazı, kendi yazdığımdan bir şey anladıysam ne olayım.
Özetle; aşk anlatılmaz yaşanır. Aşk’ın ne olduğunu merak ediyorsanız bir şeyler okumakla vakit kaybetmeyin. Ama fazla merak iyi değildir, benden uyarması.
Hadi Allah’a ısmarladık.
7 Haziran 2012 Perşembe
Ölümü Yaşamak
İnsanlar, bir gün öleceği gerçeğini unutmuş halde yaşıyorlar, tabii
yaşamak denirse. Sonsuza kadar yaşayacağımızı düşünerek farkında olmadan
aldanıyoruz dünyaya.
Her akşam, sorsak sabaha kadar yaşayacağımızın bir garantisini veremeyiz ama kurarız yine de çalar saatin alarmını. Azrail’in her an kapımızı çalabileceğini düşünmeden, planlar yapıyoruz durmadan. Ve düştüğümüz en büyük gaflet, hayallerimizi fırsat varken yaşamayıp ertelerken, o hayalleri hiç yaşayamama riskini almak.
Allah bilir, belki bu yazının sonunu getiremeyeceğim ben de. Onlarca kez sonuna kadar dinlediğim şarkı belki bitecek benim için. Ama bakın, hem yazıyı yazmaya hem de şarkıyı dinlemeye devam ediyorum. Hatta o şarkı bitti yenisine geçtim şimdi.
Şimdi belki diyorsunuzdur; ”Aga sen neyin kafasını yaşıyorsun, aynı yazıda kendinle çelişiyorsun.” falan diye. Siz bunu diyene kadar diğer şarkı da bitti bu arada başka şarkıya geçtim, haberiniz olsun. :)
Evet, oradan çelişiyor gibi görünüyor olabilirim. Ama -belki yazının temel konusu olduğu için- ölümün er ya da geç geleceği gerçeğini düşünerek, ‘ölümü yaşayarak’ yazıyorum, ya da yazmaya çalışıyorum. Becerebildiğim konusu şüpheli. ”Aga çok fark etti bak ya.” falan demeyin, farkediyor işte abi.
Peki, ne kadar sürecek bu gerçeği unutarak yaşamamız? Bir yakınımız ölene kadar mı, bir kaza geçirene kadar mı, yoksa yaşlı bir tonton dede/nine olana kadar mı? Belki de öldüğümüzü bile tam farketmeden ani bir şekilde göçüp gideceğiz bu dünyadan, kaderimizde ne yazılı Allah’tan başka kim bilebilir?
İnsan, hayatı yaşamaya ölümü yaşamaya başladığında başlar -eğer hayatı yaşamak için geç kalmamışsa-.
Her akşam, sorsak sabaha kadar yaşayacağımızın bir garantisini veremeyiz ama kurarız yine de çalar saatin alarmını. Azrail’in her an kapımızı çalabileceğini düşünmeden, planlar yapıyoruz durmadan. Ve düştüğümüz en büyük gaflet, hayallerimizi fırsat varken yaşamayıp ertelerken, o hayalleri hiç yaşayamama riskini almak.
Allah bilir, belki bu yazının sonunu getiremeyeceğim ben de. Onlarca kez sonuna kadar dinlediğim şarkı belki bitecek benim için. Ama bakın, hem yazıyı yazmaya hem de şarkıyı dinlemeye devam ediyorum. Hatta o şarkı bitti yenisine geçtim şimdi.
Şimdi belki diyorsunuzdur; ”Aga sen neyin kafasını yaşıyorsun, aynı yazıda kendinle çelişiyorsun.” falan diye. Siz bunu diyene kadar diğer şarkı da bitti bu arada başka şarkıya geçtim, haberiniz olsun. :)
Evet, oradan çelişiyor gibi görünüyor olabilirim. Ama -belki yazının temel konusu olduğu için- ölümün er ya da geç geleceği gerçeğini düşünerek, ‘ölümü yaşayarak’ yazıyorum, ya da yazmaya çalışıyorum. Becerebildiğim konusu şüpheli. ”Aga çok fark etti bak ya.” falan demeyin, farkediyor işte abi.
Peki, ne kadar sürecek bu gerçeği unutarak yaşamamız? Bir yakınımız ölene kadar mı, bir kaza geçirene kadar mı, yoksa yaşlı bir tonton dede/nine olana kadar mı? Belki de öldüğümüzü bile tam farketmeden ani bir şekilde göçüp gideceğiz bu dünyadan, kaderimizde ne yazılı Allah’tan başka kim bilebilir?
İnsan, hayatı yaşamaya ölümü yaşamaya başladığında başlar -eğer hayatı yaşamak için geç kalmamışsa-.
Yalnız Yazı
Çok garip hissediyorum evde tek başımayken. Yalnız, terkedilmiş. Kendi
kendimi dinliyorum yatağıma uzanıp, boş duvara bakmak istiyorum
saatlerce. Ve şu an -neden bilmiyorum ama- bu saçma yazıyı yazıyorum.
Çok garip.
Bu yazıyı okuyan olacak mı acaba, ya da olup olmaması önemli mi? ”Heey merhaba, orada kimse var mıı?” Yoksa şu an yaptığım boş duvara melül melül bakarken düşüneceklerimi bu satırlara yazmak mı? ”Yalnız düşüncelerim” gibi yalnız bir yazı mı bu? Kararsızım. Bu da çok garip tabii.
Belki kimse okumaz bu satırları ve bilmeden ‘Yalnız yazı’ diye bir şey icat etmiş olurum. Sen; bunu şu an okuyorsan çok saçma olduğunun farkındayım. Çünkü teorim çöktü, biri okudu ve bu yazı yalnız olmaktan çıktı. Sen kazandın dostum. Sen zaferinin tadını çıkararak bu yazıyı okumaya devam ederken ben belki başka bir yalnız yazı girişiminde bulunacağım.
Kaybedenler kulübünde efsane bir replik vardır, herkesin ağzına takılmıştır;”Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?” Yine bir efsane,Shakesperae bir sözüyle bu sorunun cevabını verir;
”İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, rededilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.’’
İnsanlar korkuyor, işte cevap bu! Şu fani dünyada sadece bir ömür yaşayabileceğini düşünmeden, kaybedecek bir şeyi olmadığını göremeden korkuyorlar. Ve korku böylece yalnızlıkla nikahlanıp, ruhumuza yuva kuruyorlar. Ve ardından bütün kötü duygularla kaplanmış nur topu gibi çocukları oluyor o insan. Ancak yeniden doğmuyor, yaşayamadan ve ölemeden ölüyor. Vücut ölmeden ruhu ölüveriyor ve ölmüş bir ruhu kaplayan bir beden ne kadar yararlı olabilir?
Bilen bilir, Mor ve Ötesi’nin ‘Yalnız Şarkı’ diye bir şarkısı vardır. Ve bu yazı kadar yalnızdır o şarkı da. Youtube’da bakın, 2 yıldan fazla sürede sadece 7.000 izlenme! Hayret verici. Bu kadar güzel bir grubun amatörlüğünü bu kadar güzel yansıtabildiği bu kadar güzel bir şarkı bu kadar yalnız! Ve bütün yalnızlara hitap etmesine rağmen. -ki, yazıdan da çıkarılacak tek sonuç milyonlarca yalnızın olduğu.-
Nedeni basit, insanlar gerçekleri unutmak istiyor. Yalnız olduklarını, korktuklarını ve öldüklerini.. Birkaç popcunun saçma sapan şarkılarının çok dinlenmesinin de sebebi bu. Hiçbir şey ifade etmiyor, hiçbir anlamı yok. E dolayısıyla hiçbir şey de hatırlatmıyor, aksine her şeyi unutturuyor ve insanlar bu yüzden bu şarkıcı(!)ları sevmeye başlıyor.
Son olarak, eğer bu yazıyı okuyorsanız bu yazıyı yalnız bırakmadığınız ve artık yalnız olmaktan çıkardığınız için size minnettarım, ne kadar teşekkür etsem az.
Bu yazıyı okuyan olacak mı acaba, ya da olup olmaması önemli mi? ”Heey merhaba, orada kimse var mıı?” Yoksa şu an yaptığım boş duvara melül melül bakarken düşüneceklerimi bu satırlara yazmak mı? ”Yalnız düşüncelerim” gibi yalnız bir yazı mı bu? Kararsızım. Bu da çok garip tabii.
Belki kimse okumaz bu satırları ve bilmeden ‘Yalnız yazı’ diye bir şey icat etmiş olurum. Sen; bunu şu an okuyorsan çok saçma olduğunun farkındayım. Çünkü teorim çöktü, biri okudu ve bu yazı yalnız olmaktan çıktı. Sen kazandın dostum. Sen zaferinin tadını çıkararak bu yazıyı okumaya devam ederken ben belki başka bir yalnız yazı girişiminde bulunacağım.
Kaybedenler kulübünde efsane bir replik vardır, herkesin ağzına takılmıştır;”Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?” Yine bir efsane,Shakesperae bir sözüyle bu sorunun cevabını verir;
”İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, rededilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.’’
İnsanlar korkuyor, işte cevap bu! Şu fani dünyada sadece bir ömür yaşayabileceğini düşünmeden, kaybedecek bir şeyi olmadığını göremeden korkuyorlar. Ve korku böylece yalnızlıkla nikahlanıp, ruhumuza yuva kuruyorlar. Ve ardından bütün kötü duygularla kaplanmış nur topu gibi çocukları oluyor o insan. Ancak yeniden doğmuyor, yaşayamadan ve ölemeden ölüyor. Vücut ölmeden ruhu ölüveriyor ve ölmüş bir ruhu kaplayan bir beden ne kadar yararlı olabilir?
Bilen bilir, Mor ve Ötesi’nin ‘Yalnız Şarkı’ diye bir şarkısı vardır. Ve bu yazı kadar yalnızdır o şarkı da. Youtube’da bakın, 2 yıldan fazla sürede sadece 7.000 izlenme! Hayret verici. Bu kadar güzel bir grubun amatörlüğünü bu kadar güzel yansıtabildiği bu kadar güzel bir şarkı bu kadar yalnız! Ve bütün yalnızlara hitap etmesine rağmen. -ki, yazıdan da çıkarılacak tek sonuç milyonlarca yalnızın olduğu.-
Nedeni basit, insanlar gerçekleri unutmak istiyor. Yalnız olduklarını, korktuklarını ve öldüklerini.. Birkaç popcunun saçma sapan şarkılarının çok dinlenmesinin de sebebi bu. Hiçbir şey ifade etmiyor, hiçbir anlamı yok. E dolayısıyla hiçbir şey de hatırlatmıyor, aksine her şeyi unutturuyor ve insanlar bu yüzden bu şarkıcı(!)ları sevmeye başlıyor.
Son olarak, eğer bu yazıyı okuyorsanız bu yazıyı yalnız bırakmadığınız ve artık yalnız olmaktan çıkardığınız için size minnettarım, ne kadar teşekkür etsem az.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)