9 Ağustos 2012 Perşembe

Gittiğin gün

   Gittiğin gün.
   Hayatımı kararttığın ve bir daha asla eskisi gibi olamadığım güne tekabül ediyor.
   İlk defa seni sevdiğini söyleyen biri hiç söylememiş gibi gitse napardın?
   Biri içindeki neşeyi söndürüp artık ota boka gülmemeni sağlasaydı napardın ki?
   Belki benim yaptığımı yapardın. Seni çoktan unutmuş biri için aylaaar sonra böyle bir yazı yazardın. Güneş yüzünü yeni yeni göstermeye başlarken, içindeki karanlığı hala söndüremediğini farkederdin.
   Farkeder miydin?
   Senin için olay her zaman basit bir ”Bitirelim mi? :(”den ibaretti. Basit bir şey nasıl karartır ki seni?
   Hiç düşündün mü, seni seven insanın yalancı çıkması nasıl bir şeydir diye?
   Bana sorma, söyleyemem. Cümleri bunu anlatabilecek kadar iyi kullanamıyorum ben.
   Asıl anlatmak istediklerini cümlelerin içine gizlemiş insanlara her zaman hayranlık duymuşumdur, hep onlar gibi olmak istemişimdir. Ömer Hayyam, Hallac-ı Mansur, Harun Tekin…
   Ama değilim maalesef. En azından şu an, duygularını açık açık anlatmaktan başka bir şey yapamayan biriyim sadece.
   Sen acı çekmeyi ne kadar biliyorsun, merak ediyorum.
   Küçükken yere düşünce dizinin kanaması mı senin için acı, tuttuğun takımın şampiyonluğu averajla kaçırması mı? Afrika’da bir çocuğun aç kalması mı, sabah namazını kıl payıyla kaçırmak mı?
   Dünyada sanki yeterince savaş yokmuş gibi kendinle savaşa girmeyi bilir misin?
   Bilmezsin, nerden bileceksin ki?
   Aşk, sevgi.. 2 haftalığı bile tamamlayaman onlarca ilişkiden ibaretmiş senin için meğersem.
   Bu yüzden 3 Aralık senin için sıradan bir gün olacak daima.
   Cumartesi ile bildiğin tek şey Musevilerin kutsal günü olduğu olacak.
   Ve sabah uyandığında bir ”Bitirelim” mesajını görmenin ne demek olduğunu, sevginin 2 haftalık ilişkilerden daha değerli olduğunu anladığın zaman öğrenirsin belki.
   O zaman, benim karanlık duygularımı anlatmam gerekmez. Sen zaten yaşıyor olursun o’nu.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Hayal

   Çok garip.
   Tanışamamamız için onca ihtimal varken, en ufak ihtimal gerçekleşip tanışıyoruz.
   Sen beni tanıyorsun, ben seni tanıyorum. Ama birlikte olamıyoruz. Tanışmamamız için onca engeli farketmeden ortadan kaldırmamıza rağmen farkında olarak bir engeli kaldıramıyoruz. Ben kaldıramıyorum daha doğrusu, senin hiçbir şeyden haberin yok oysa ki.
   Klasik bir replik vardır;”Eğer birlikte olamayacaksak Tanrı neden bizi karşılaştırdı?” diye. O soruyu sormayacağım, sormam anlamsız çünkü. Cevabını alamayacağım çünkü. Bir bildiği olduğu kesin, ve belki de ben de biliyorum bunu. Bilmezden geliyorum yine de, kandırıyorum sürekli kendimi. ”İleride birlikte olacağız çünkü, bu yüzden karşılaştık.” diyorum. Senin beni sevdiğini hayal ediyorum, koltukta birbirimize sarılarak tv izlememizi hayal ediyorum sahte umutlarımla. Güzel günler, güzel hayaller.. Sanki geleceklermiş gibi.
   Çok saçma geliyor belki olmayacağını bile bile hayal etmek. Barış Manço’nun konserine gitmeyi hayal eden bir çocuk anlar bu duyguyu. En sevdiği final yapmış dizinin tekrar yayına girmesini hayal eden biri, en sevdiği kitabı unutup tekrar o kitabı okumak, tekrar aynı heycanı ve zevki tatmak isteyen, hayal eden biri anlar. Aynı şeydir çünkü bir nevi.
   Bir bakınca hiç anlatamamışım gibi geliyor duygularımı, yetersiz ve yanlışmış gibi geliyor. Önemli değil aslında, hani cümle maşuk’a kavuşamayan aşık’ı anlatabilir ki?

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Duş

   Sıcak su vücuduma yavaşca damlarken, geçen yıl geldi aklıma. O zamanki mutluluğum geldi aklıma, bir özlem duygusu kapladı içimi. Gerçekten 1 yıl önce mi yaşanmıştım o kadar şeyi? Bana yıllar önce gibi geliyordu sıcak suyun derimi yakmasına izin verirken. O mutluluğun nasıl söndüğünü hatırlamak istemiyordum, bilmezden geldim birkaç dakika boyunca.
   İnsanlar.. Zekasıyla övünür daima, ama konu duygulara gelince hor gördüğü hayvanlardan daha aşşağı bir duruma düşen bir varlık. Bir insan bir insana nasıl kolayca ''Ya işte seviyordum ama artık sevmiyorum, güvenemiyorum, sorun sende değil bende, bla bla...'' diyebilir ki? O insan nasıl iddia edebilir insanı ''insan'' yapan özelliklere sahip olduğunu? Sevgi dolu anne bir kedi, daha mı aşşağıdadır zalim bir dahiden?
   Bahsettiğim hatalar değil, hatalardan sonra yapılan tepkiler. Demek istediğim, acaba bana o cümleyi kuran kız, tam 1 yıl önce bana beni sevdiğini söylediğinin farkında mıdır? Beni üzdüğü için pişman mıdır, acı çektiğim için acı çekmiş midir? Yoksa, yolda gördüğü yakışıklı çocuğu mu düşünüyordur şimdi? Veya şarkılarını ezberlediği grubun solistini mi?
   Sütten çıkmış ak kaşık kadar temiz olduğumu iddia etmiyorum, etmeye hakkım da yok zaten. Kimin var ki? Hangimiz hata işlemeden yaşayabilmiş ki? O cümleyi ben de kurdum, bundan övünmüyorum veya kendi hatam yüzünden size çemkirmiyorum. Böyle bir hataya ve gaflete düştüm, ama yine de ertesi gün unutup keyfini çatan kişiler gibi olamadım. O beni çoktan unutsa da, o'nun çektiği acıyı ben hiç unutamadım. Beceremedim işte, ben öyle birisi değilim, istesem de olamam.
   Her mutlu şeyin bir sonu vardır derler. Mutlu sonlardan da bahsederler sık sık. Oysa hiç yaşanmaz mutlu sonlar. Mutluluğun bir sonu varsa, mutlu son nasıl olabilir ki? Sonların mutsuz olması gerekmez mi -ki nitekim hep öyle olur, sonlar mutsuzdur-. Belki de mutlu son, bu dünyaya ait bir şey değildir. Ölüm gelip de, Azrail'in kollarına kavuşana kadar yaşayamayacağımız bir şeydir. Aslında o his de mutlu son olmayacak muhtemelen, mutlu sonsuzluk olarak tanımlanacak.
   Böyle derken, duşta fazla kaldığımı kavradım. Suyu kapayıp, çıktım. Giyinirken, aynadaki yabancı gence baktım. Gözlerindeki özlemin nedenini sormadan gözlerimi kaçırdım ve banyodan çıktım.
 

Gidişat

   İnsanlar olarak, acaba ne kadar haberdarız gidişatımızdan? Bir şeyler övülüyor, bir şeyler eleştiriliyor ama ezbere konuşan, yorumlama yeteneği alınmış robotların sayısı giderek artıyor -ki bu, eleştirilen bütün konuları ilgilendiren, en önemli konu kanımca- ve eleştirilen, övülen şeylerin hiçbir önemi kalmıyor.
   Çoğunluğun bir düşünceyi, bir fikri, inancı vs. kabul etmesi o düşünceyi, inancın doğru olduğunu göstermez. Ancak bunu farkedemeyip, fikri benimseyenlerin sayısına göre bir düşünceyi benimsediğini iddia edenlerin sayısı oldukca fazla. Çoğu kimsenin bir şahsı sevmesinin nedeni o’na küçüklüğünden beri öğretilen ezber bilgiler. Bu ”eğitici sistem”, insanların yorumlama yeteneğini ve araştırma ruhu öldürüyor. Ve böylece insanı ”insan” yapan özellikler uçup gidiyor, robotlaşmış insanlar çıkıyor karşımıza.
   Göz attığımızda, birbirini tanımayan iki farklı görüşlere sahip insanın tartıştığını farzedelim. Özellikle Türkiye’de, bu insanların tartışmaları kısa süre sonra kavgaya dönüşür. Nedeni basit; saygısızlık. İsviçreli bilim adamlarına söyleyin araştırsınlar onlar da aynısını söylerler.
   Bu durumları göz önünde bulundurduğumuzda, elbetteki gidişatın olumsuz olduğunu söylememiz gerekir. Türkiye ya da herhangi bir bölge için değil, tüm Dünya için geçerli bu söylediklerim. Türkiye’nin gidişatının iyi olduğunu iddia etmek elbette büyük bir hata olur, lakin tüm dünyayı ve dünyanın belirli başka bölgelerini göze aldığımızda Türkiye bile küçük kalıyor.
   Demek istediğim şu; neden dünyanın fani olduğunu göz önünde bulundurup 3 günlük ömür için birbirimizin kalbini kırıyoruz? Hiç düşündünüz mü veya düşünüyor musunuz, niçin bu kavgalar, bu savaşlar?
   Amacım sosyal mesaj vermek, duygu sömürüsü yapmak, yazıp çizip isyan edip kapitalizme pirim verem ergenlerden olmak falan değil. Sadece merak ediyorum, gidişatın ne kadar farkındayız? Düşünüp insalığını kaybetmeyen azınlıktan mıyız, yoksa robotlaşmış insanlığını kaybetmişler topluluğundan mı?

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Uyku

   Uykuya ihtiyacım olduğunu sıkca hissediyorum son zamanlarda. Uykusuzluktan değil aslında, yaz gelince 9 saatten fazla uyuyorum ve uyandığımda hissettiğim tek şey okula gitmek için erkenden kalkmış bir çocuğun hissi ve birkaç ağrı.
   Uyumak, ölümden önce ölümü yaşamak anlamına gelir bazıları için. Ben öyle düşünmüyorum, ölüm bir tür uyku olsaydı ”ölüm” olmazdı bence.
   Uyumak, daha farklı benim için. Gözlerinizi kapattığınız andan itibaren tamamen özgür bir dünyada olursunuz. Yemyeşil bir dünya, yanınızda sevgiliniz, ne savaş var ne bencillik duygusu. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için tek yapmanız gereken gözlerinizi kapatmak ve kendinizi hayaller denizinin akışına bırakmak.
   Sadece bu anlamlara da gelmez uyumak. Hayallerle dolu bir dünyaya girmek, gerçeklerin olduğu dünyayı unutmak anlamına gelir aynı zamanda. Siz yataktayken, dış dünyadaki bütün acılar geride kalır. Başka bir ülkede patlayan bombalar yakmaz yüreğinizi, sadece sahte düşlerdeki mutluluğa odaklanırsınız.
Ve benim sorunum da burda başlıyor. Yüreğimi yakan şeyler gitgide artıyor, sahte düşlerdeki mutluluğu göremiyorum. Yemyeşil bir dünya yok şu an, yanımda sevgilim de yok, dünyanın her yanında bir savaş var. Aç kalmamak pahasına kardeşimizle savaşıyoruz. Bencillik gözümüzü öylesine kör etmiş ki, sevgisizlikten yapılma bastonlarımızla yürüyebiliyoruz ancak yollarda.
   Gerçek dünya, sahte düşlerime kadar girdiği için uykuya ihtiyaç duyuyorum artık. Rüyalarımda insanlar birbirini sevmiyor artık, yatağımın yanına bıraktığım acılar zihnimin kapısını çalıyor artık geceleri.
Uykusuzluğumu dindirecek tek şey, gerçek dünyadan uzak rüyalar. O rüyaları getirecek şey, gerçek dünyaya dönüşmeleri olacak.
   Rüyaların gerçek dünyaya dönüştüğü güne kadar, herkese iyi uykular!

8 Temmuz 2012 Pazar

Sevgi

   İnsanları seversiniz, onlar da sizi sever. Veyahut sevdiklerini söyleyip sevgilerini göstermezler davranışlarıyla. Teoride severler, pratikte bencillik yaparlar.
   O insanlar herkesin karşısına çıkar. Bazen en sevdiğiniz olur, bazen sevmeniz gerektiği için sevdiğiniz biri olur. En sevdiğiniz, gözünüze meleklerden daha güzel görünür. ''Acaba'' dersiniz, ''Melekler ne kadar kıskanıyordu bu güzel insanı? Allah'a hiç kızmışlar mıdır böyle güzel bir varlık yarattığı için?''
   Er geç öğrenirsiniz sorunuzun cevabını. Meleklerden güzel olan o insan maskesini çıkarır, şeytandan daha kirli görünür o an. Anılarla acılar bir olup gözünüzü kör eder o an.
   Ya sevmek zorunda kaldığınız insan? Sizin için fedakarlık yapan insandır, bir şeyler borçlu olduğunuz insandır. Sizi sevdiğini düşündüğünüz insandır. Ve bundandır, en çok o insan tarafından umursanmamak üzer sizi. Sözleriniz o'nun bir kulağından girip diğerinden çıkarken, kalbiniz her an daha fazla acıyla kırılır.

3 Temmuz 2012 Salı

Nakba Günü

    İsrail’in kuruluş günü,Filistin için ise, yüz binlerce Filistinli’nin mülteci durumuna düştüğü “Nakba” yani ”felaket günü” anlamında verdikleri ad

    Her yıl binlerce Filistinli, 15 Mayıs’larda sokaklara çıkarak, sürgünlerin, ölümlerin, yok olan mülklerinin yani yaşamlarının matemini tutuyor.Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1947 yılında iki devletli çözüm kabul edilmişti.Plan kapsamında Filistin topraklarında İsrail ve Arap devletinin kurulması kabul ediliyordu, ancak Arap devletleri bu karara karşı çıktı.

    14 Mayıs 1948’de İsrail’in bağımsızlık ilanın ardından Arap devletleri bu ülkeye savaş ilan etti ve bu savaş nedeniyle İsrail açısından Filistinlilerin varlığı bile bir sorun halini aldı.İsrail ordusu bir yandan Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Irak’a karşı çarpışırken bir yandan da Filistinlilere ait köyler boşaltılmaya başlandı.

    Rakam çok büyüktü… 711 bin Filistinli başka ülkelere kaçmak zorunda kalırken, 160 bin Filistinli de İsrail içinde göç etmek zorunda kaldı.İsrail’in Arap devletlerine karşı zafer kazanması ile mültecilerin geri dönüş umutları da tükendi.531 köy boşaltılırken, Filistinlilere ait mülklere İsrail tarafından el konuldu.

    Bugün, 1948’de vatanlarını terk eden Filistinlilerin 2 milyonu Ürdün’de, 430 bini Lübnan’da, 790 bini Batı Şeria’da, 1,1 milyonu Gazze Şeridi’nde yaşıyor.Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları, bu Filistinlilere topraklarına önkoşulsuz olarak dönüş hakkı tanıyor.Ancak İsrail yönetimi mültecilerin geri dönüşünü başından beri engelliyor.1949 yılında yapılan görüşmelerde yalnızca 100 bin Filistinli’nin dönüş hakkını tanıyan İsrail son olarak ortaya “Yahudi devleti” kavramını attı.Filistin yönetimi ise “Yahudi devleti” kavramının mültecilerin geri dönüş hakkını ihlal ediyor. Nakba bütün Filistin topraklarında ve 1948’de kaçan Filistinlilerin yaşadığı ülkelerde anılıyor.



    Ancak “Nakba” kelimesine bazı Filistinliler karşı çıkıyor. Özellikle Lübnan’da yaşayan
mültecilere göre, Nakba “kalıcı” bir anlam içeriyor oysa ki onların bu durumu geçici. Bu nedenle bu mülteciler kendilerini “geri dönecekler” olarak adlandırıyor.Filistin yönetimince resmi tatil olarak ilan edilen Nakba gününde kitlesel eylemler de düzenleniyor.

    Geçtiğimiz yıl, Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye, Ürdün ve İsrail’de eylemler oldu.İsrail ordusunun bu eylemlere müdahalesi sert oldu. Gösterilerde 19 kişi yaşamını yitirdi.Ancak Filistinliler bu yıl da eylemler düzenleyeceklerini duyurdular. Bu nedenle İsrail güvenlik güçleri teyakkuza geçti.


    Filistin sorununun çözülememesinin en önemli nedenlerinden biri mülteciler sorunu. Filistin yönetimi, Pazartesi günü bu konuda geri adım atmayacağını tekrarladı.İsrail’de yaygın olarak yapılan bir eleştiri ise ülkenin bir parçası olan Filistinlilerin ülkelerinin kuruluş yıldönümünü “felaket” olarak nitelendirmesi.

    2006 yılında İsrail Meclisi Knesset’in Arap milletvekili Azmi Bişara, Maariv Gazetesi’nde konuyla ilgili soruyu şöyle yanıtladı: “Bağımsızlık günü sizin tatiliniz, bizim değil. Biz bu günü felaket günü olarak hafızalarımıza kazıdık, ki bu 1948 yılında Filistin ulusunun yaşamış olduğu trajediyi ifade eder.”

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bahis

   Doğduğumuz da hepimiz masumuzdur aslında. Saf, temiz, pırıl pırıl. Küçüklükte hiçbirimiz bilinçli bir kötülük yapamayız. Mesela ben; dünyanın en iyi adamı olacaktım büyüyünce. Bir tür süper kahraman. Hiç yorulmadan sürekli diğer insanlara yardım eden, küçüklüğümdeki gibi saf ve temiz bir süper kahraman.
   Büyüdükce, dünyanın kirliliği bize de bulaşır. O saf ve temiz, hayalleri olan çocuklar ya büyümeye fırsat bulamadan göçer bu kirli dünyadan, ya da kirli, bencil birer insana dönüşürler istisnalar hariç.
   İşte o zaman anlarsız, bir bahisle karşı karşıyayızdır hayatta. İnanç ile inançsızlık,  farklı siyasi görüşler, ideolojiler arasında bir seçim yapmamız gerekir. Seçimini yapan insanlar sizi kendi seçimlerini yapmaya yöneltirler. O kadar eminlerdir ki, şaşırırsınız bu kararlılıklarına. Ruhunuz bağımsız düşündükce yaşlanır, yalnızlaşır. Seçiminizi yaptığınızda beklenmedik önyargılarla karşılaşırsınız bu sefer, bir çok türden hakaretler ve küfürler ile birlikte tabii ki.
   Ne zaman ki, o önyargılar kaplar bedeninizi, kalbinize nefret, dilinize o küfürler yerleşir, o vakit kirlenirsiniz asıl. Seçiminiz ne olursa olsun o an kaybedersiniz dünyaları ve cennetleri. Dünya cehenneme dönüşür, her gün daha da acı verici bir azap olur yaşamak. Ve o an, o saf ve temiz çocuk insanlığını kaybeder.

30 Haziran 2012 Cumartesi

İddia

   Kendimle iddaya girdim, şimdiki şarkı bitene kadar bu yazıyı bitireceğim. Bu süre zarfında yazı için bir konuda bulacağım, hatta buldum bile, konu bu yazı olsun! Ne kadar zekiyim değil mi? Şarkının adını da yazının sonuna eklerim.
   Düşünüyorum, böyle sürekli bir şeyler yazıp ismine ''yazı'' diyorum. Çok sıradan geliyor ya. Belki başka bir yazıda bu meseleden bahsetmiş olabilirim, bak yine yazı dedim. Ben akıllanmam.
   Acaba, ciddi ciddi, bu yazı ileride n'olacak? Sanal dünyada kaybolup gidecek mi, yoksa çıkmış bir deneme kitabında yazı konusu mu olacak. Hatta, kim bilir, belki siz şu an kitabı aldınız elinize, bilmem kaçıncı sayfadan bu yazıyı okuyorsunuz. Ya da blogumu keşfettiniz, bu ıssız blogtaki yazılardan birini okuyorsunuz. Ne kadar ilginç, siz bu satırları okurken ben çoktan yazıyı bitirmiş, ve yazıyı unutmuş olacağım. Ve sizin bu satırları okumanız bu yazının bitiminden bir gün sonra da olabilir, on yıl sonra da. Gerçi on yıla daha adamakıllı bir şeyler yazarım sanırım, kendi kendini konu alan yazı mı olur len. Çok saçma değil mi? Bence de öyle. Gittikce şizofrenliğe doğru yaklaştığımı farkettim şu an, ahahaha. Çok komik değil mi? Bence de öyle.
   Hayatla da iddaya gireriz çoğu zaman. Artık oldu, artık mutluyum, doğru yolu buldum, en mesut benim bla bla oleey hayatın şerefine içelim falan filan havasına girersiniz. Hayatı tiye aldım dersiniz de kendinizi kandırırsınız sadece. Yaşadığınız ilk hayal kırıklığıyla anlarsınız ki, iddayı kaybetmişsiniz. Mesela ben, şarkı bitti lan kaybettim iddayı çok üzgünüm. Neyse denizde kum bizde şarkı hepsi bitene kadar 10-15 yazı yazarım ben sorun yok.
   Eveeet, şimdi yeni bir paragraf açtık yazımız için. Yeni birkaç artistik cümle bulmalıyız konuyla alakalı. Siz de konu önerin diyecem, siz önerdiğinizde çoktan yazı bitmiş olacak, ne yazık.
   İnsanlar, sahip oldukları ruh hallerine göre yazı şekillenir bence. Gerci biraz garip oldu, ''Suyun altında nefes alamıyorum demekki suyun altında oksijen yok arkadaşlar ehehehe.'' der gibi hissettim bir an. Ama biliyoruz ki suda oksijen var. Bakınz-> H2O. Şu an benim ruh halimi tahmin edersiniz belki, ama ben bilmiyorum agalar benim ruh halini. Her şeyden biraz var desem yeterince açıklayıcı olur.
   Son paragrafa hızlı bir geçiş yaparken, ben de kendimle yeni bir iddaya giriyorum. Şu yazış tarzımı değiştirecem ya, çok gabbiriguppak geliyor. Bir bizim Zeyyat hocanın denemelerine bakıyorum bi benimkilere, vallahi çok utanıyorum yazıları silesim geliyor. Bu yazıdan sonra tarz değiştiriyorum Zeyyat hoca gibi olacam, siz de şahitsiniz bak!

Not: Yazının başladığımdan bu yana dinlediğim şarkılar;
Metallica- Master of the Puppets
Mor ve Ötesi- Nakba
Kurban- Yosma
Malt- Aşk şarkısı.

29 Haziran 2012 Cuma

Geçmiş

     Sanki geçmişi özlemeye odaklıdır insanoğlu. Geçmişteki mutluluklar, olaylar, durumlara takılır kalır. Hayatını pişmanlıklarla, keşkelerle doldurmaya başlar geçmişe takılı kaldıkca. En sonunda şu andaki ve gelecekteki mutluluklarını feda eder bir hiç uğruna.
     Tesadüf gibi görünen bir şey hatırlatıverir birden geçmişi. Aslında hiç unutmamışsınızdır, sadece unuttuğunuzu sanırsınız. Sadece çevrenizdekileri ve kendinizi kandırırsınız durmadan. Hatırlama anı gariptir. Bir yandan mutlu, bir yandan hüzünlüdür. O günlerdeki duygular kaplar bir yandan bedeninizi. Mutluluk, sevinç, huzur. Sevgilinizin seni seviyorum sözleri. Ve aniden şu ana dönersiniz. O duyguyu şu an yaşayamamanın acısıyla oluşmuş bir hüzün doldurur bedeninizi. O’nu sevip o’na inandığınız için kendinizden nefret etmeye başlarsınız sonra. ”Vay be.” dersiniz, ”Tam bir yıl olacak yakında.” Ne çabuk geçer şu zaman? Her şeyi durduracak kuvveti kendisinde bulabilen insanoğlu, zamanı durduramaz bir türlü. O boyuna akıp giderken, zamanımız zamanı durdurabildiğimiz günü hayal etmekle geçer durur.
     Hani, hep hayal edilen bir zaman makinesi vardır. Bir gün olur da icat edilse o makine, oluşabilecek kaosu düşünebiliyor musunuz? Makine bütün beyaz eşyacılarda satılsa, herkes geçmişe, geleceğe gidip dursa, yeterince kirlilik yokmuş gibi bir de ”zaman kirliliği” diye bir kavram çıksa pek de düzenli olmazdı sanırım. Düşünsenize bir; yolda normal gidiyorsunuz, birazdan o’nunla ilk defa karşılaşacak ve tanışacaksınız. Birden kendinizi görüyorsunuz! Selamlaşıyorsunuz, nasılsın iyisin muhabbeti falan. Tabii bu arada siz şizofren gibi hissediyorsunuz. Sonra size bu yoldan gitme şu ara yoldan git falan diyor, bir şeyler geveliyor. Siz anlamasanızda o yoldan gidiyorsunuz neler kazandığınızı ve kaybettiğinizi bilmeden..
     Yapmamız gereken, geçmişten ders alarak şu anı yaşamak ve gelecekteki mutluluklarımızı üretmek. Çoğumuz reddetse de aslında hepimizde bunu yapabilecek güç vardır. Mutluluk, eski sevgilinizle olan mesajlarınızda değil, bunu farketmelisiniz.

22 Haziran 2012 Cuma

Sıkıntı

   Sıkıldım.
   Her şehit haberinden sonra ellerimi açıp fatiha okumaktan,
   Televizyonu açtığımda göz yaşları içinde oğlunun, babasının, amcasının, yeğeninin, dayısının, kardeşinin, abisinin cenazesine son bir kez sarılmak isteyenleri görmekten,
   Ve en fazla da, şehit haberlerinden sonra birkaç gün ”Yeeeeeğ kahrolsun pekaka şehitler ölmez vatan bölünmeez.” diyip ikinci bir şehit haberine kadar unutanlardan sıkıldım.
   Öyle ki, şehitlerimizi anmak için önce fazla sayıda şehit vermemiz gerekiyor. 1 şehit, 2 şehit az, önemsiz. Onları şehitten saymıyoruz! Ama 5-8-13 şehit olduğunda barajı aşmış oluyoruz, ver elini sokaklar meydanlar. Sizce vatan sevgisi bundan mı ibaret? Atatürk’ü sevmeyen biri gördüğümüzde çoğumuzun ilk yaptığı iş dinlemeden o kişiye hakaretler, küfürler etmektir. Peki soruyorum; kaçımız ‘gerçekten’ o’nun izinde yürüyor? Kusura bakmayın ama, internet başında pineklemekle, şehit haberi geldiğin Facebook’ta twitter’da artizlik yapmakla, bir kitabın kapağını bile açmamakla Atatürkçü olunmuyor, vatansever-milletsever de olunmuyor. Sadece robot, köle olunuyor. Düşünmekten yoksun, ezbere bilgilerle yaşamını sürdürüp yorumlama yeteneğini körelten, bir şey üretemeyip sadece tüketen bir birey oluşuyor. Bu bireyler giderek fazlalaşıyor, giderek bir topluluk haline dönüşmeye başlıyor.
   Bazen ölen pkk’lılar için bile üzülüyorum. Doğru düzgün bir amaç uğruna yaşamadan, kendisini koruyan devlete ait askerleri, masum insanları öldürerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu olaya ”Kürt Bağımsızlık Hareketi” diyorlar ve bir gün isyan ettiği devletin askerinin kurşunuyla öldürülüyorlar. O insanların ellerinde silahla dağda olması değil, doktor gömleğiyle hastanede, kalem ve kitaplarıyla okulda, küçük el çantasıyla avukatlık bürosunda ya da hasta annesine bakmak için evde olması gerekiyor. Nasıl bir sistem, nasıl bir düzendir ki bu insanları nefret dolu, savaşcı ve insanlıktan çıkmış bireylere dönüştürüyor? Anlamakta zorlanıyorum ya da, anlamak istemediğimden anlayamıyorum.
   Bir kendinizi bir kontrol edin, benimsediğiniz fikirlerle, hayat felsefenizle çelişmeden bir hayat sürün. Ya kendinize göre bir fikir benimseyin, ya da benimsediğiniz fikre göre kendinizi düzenleyin! ”Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün. -Hz.Mevlana” Ve hepsinden önemlisi; lütfen şehitlerimizi bir gün değil her gün anın.

  Not: Bu yazıyı bilinçli olarak 1-2 gün sonra yayınlayacağım. Şu an 19 Haziran, herkes şehitlerden dolayı terörü lanetliyor. En azından, eğer şehitlerimizi bu bir-iki günde unutmuşsanız bir daha kolay kolay unutmamanızı sağlar.

15 Haziran 2012 Cuma

Çelişki

 ”İnsanoğlu hayatı boyunca o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o; gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır.” Nietczhe, ya da ismi her nasıl yazılıyorsa. Google’a bakmak istemiyorum ismin doğru olup olmadığını kontrol etmek için.
  Hayatımız boyunca kendimizle çelişiyoruz, bir tür paradoks içinde yaşıyoruz aslında. Bir şeyi doğru bulmak yerine, her şeyi yanlış buluyoruz sürekli. Anlık heveslerle belirsiz bir hayat yaşıyoruz. Karmaşık, acı dolu. Ne diyorum ben? Ne anlatıyorum? Bu yazıdan çıkarılacak sonuç ne? Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi?
  Bir amaçtan yoksunuz. Sistemin bize dayattığı şeyleri yapıyoruz. Köleyiz, beynimiz hapsedilmiş. Yorumlama yeteneği olanlar? Harcanıyor. Ezberleyenler? Sınavlarda birinci oluyorlar, sonrasını Allah bilir. Çalışsak ta çalışmasak ta şu hayatı baştan kaybetmiş durumdayız. O kapitalist imparatorların amcasının yeğeninin kuzeninin çocuğu olmadığımız için, olabileceğimiz en yüksek derece 2. düzey bir iş.
  Çektiğimiz acılardan yakınıyoruz durmadan, ama hiç o acıları düzeltmek için herhangi bir şey yapmıyoruz. Bizi terkeden sevgilimizin ardından bilgisayar başında gözyaşları dökerek, acılı şarkılar dinliyerek rahatlamaya, o’nu unutmaya çalışıyoruz. Ne işe yarıyor? Hiçbir şeye! Sizi terkeden sevgiliniz başka kızlarla/erkeklerle keyif çatarken yaptığımız resmen mendil israfı.
  Buraya kadar sabırlı okuduysanız bu iyiye işaret, çünkü işin asıl eğlenceli kısmı şimdi başlıyor. Hadi hep beraber bu yazıda yaptığım çelişkileri inceleyelim.
  1-)İkinci paragrafta düzensizliğimizden yakınıyorum, ama bu yazı düzenli bile değil! Bir paragrafta anlatılan bir şey 2 paragraf sonra devam ediyor. Varan 1.
  2-)Gene ikinci paragrafta, bir şeyi doğru bulacağımıza her şeyi yanlış bulduğumuzdan yakınıyorum. Ve şu an yaptığım bütün yanlışları bulmaya çalışmak değil midir? Varan 2.
  3-)Anlık heveslerle amaçsız bir hayat sürdüğümüzden yakınıyorum, ve doğaçlama aklıma ilk gelen cümlelerle kurulu amacı belli olmayan bir yazı yazıyorum! Varan 3.
  4-)Çalışsak ta çalışmasak ta fazla bir şey farketmediğini söylüyorum, ama okul zamanı hayvan gibi inekliyorum, ezberliyorum. Yorum yeteneğimi bir işe yaramayacağı için gitgide köreltiyorum ayrıca. Varan 4.
5-)Yakındığım acıları dindirmek için ben de bir şey yapmadım zamanında. Salaklık yapıp bir kızı sevdim, beni terkedince de it gibi ağlayıp şimdi ”ergen grubu” olarak nitelendirdiğim şarkıcıların şarkılarını dinleyip durdum, ve Allah bilir gelecekte de öyle bir deneyim yaşarım. Varan 5.
6-) Yaptığımız çelişkilerden yakınırken kendimle çelişiyorum. Varan 6.
   Gördüğünüz gibi, bu yazı bile başta farkedilmese de çelişkilerle dolu, çoğumuzun hayatı gibi. Benimsediğimiz ideolojilerle, inançlarla çelişiyoruz farketmeden. Dikkatli incelediğimizdeyse bir çok çelişki çıkıyor.
   Şu fani dünyada sadece bir ömür süreceğiz, elimizde sadece bir hak var! Öyleyse neden bu amaçsızlık, mutsuzluk, çelişki? Kendi doğrularımızı bulduğumuzda ve hayatımızı öyle yaşadığımızda, bu üç sorun da gidecek, inanın bana. En azından; denemeye dener.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Tanımlanabilir Aşk

   Aşk’ı tanımlamak için yaşayabilmiş olmak gerekir. Aşkı hiç yaşamamış birine aşkı tanımlamaya çalışmak, hiç guave görmemiş birine guave’yi tanımlamaya çalışmak gibidir. Guave’nin ne olduğunu bildiğinizi sanmıyorum, ben de bilmiyorum zaten Google’a ”Değişik meyvalar” yazıp aradım yazıda örnek olarak verebileceğim bir şey bulayım diye en değişiği bu geldi.
   Bir sufiye aşkın tanımını sorsanız, size ilahi aşkın tanımını yapar. Başkaları komşunun oğlunun, Angelina Jolie’nin ya da bir spor takımının tanımını yapar.
   Hele bir de aşk acısı diye bir şey vardır, o’nu hangi erkek/kadın icat etti çok merak ederim, ne diye ihtiyaç duymuşlar acaba böyle bir şeye? Düşünsenize; ”Hadi hayatım fazla mutluluk bana batıyor yeni şeyler yapalım mesela aşk acısı çekelim.”
   Ne kadar bağlandıysanız, ne kadar aşık olduysanız, ne kadar severseniz o kadar acı çekersiniz. Acı doğru orantılıdır bunlarla.
   Hele bir de sizde bir ergen gururu varsa yandınız. O’nu ne kadar çok sevdiğinizi kendinize ve başkalarına kanıtlamak için kendi kendinize acı çektirirseniz. Aşk acısı böyle mal ediyor adamı, yapacak bir şey yok.
   Konudan uzaklaştık gibi geldi, aşkı tanımlamaktan bahsediyorduk sanırım en son.
   Ben aşkı bir şeyle tanımlayamıyorum, çünkü aşık olduğum tek bir şey değil. Belki ”Yaradılanı yaradandan ötürü sevme” felsefesini benimsediğimdendir bu. Allah’ın yarattığı her varlık -canlı ya da cansız- biraz da olsa o’ndan iz taşır kanısındayım. Şu koca evrendeki uyum ve düzen bile, O’nun mükemmeliğini yansıtır bence. Henüz görmediğim ve belki de asla göremeyeceğim birçok hayvana aşık olmam buna örnek olabilir.
   Öte yandan, aşk basit görünse de karmaşıktır, çok karmaşıktır. Onca yazı, şarkı, şiir, hiçbiri tam olarak anlatamaz aşkı. Hep bir şeyler eksiktir, bazı şeyleri tam anlatamaz. Mesela bu yazı, kendi yazdığımdan bir şey anladıysam ne olayım.
   Özetle; aşk anlatılmaz yaşanır. Aşk’ın ne olduğunu merak ediyorsanız bir şeyler okumakla vakit kaybetmeyin. Ama fazla merak iyi değildir, benden uyarması.

Hadi Allah’a ısmarladık.

7 Haziran 2012 Perşembe

Ölümü Yaşamak

   İnsanlar, bir gün öleceği gerçeğini unutmuş halde yaşıyorlar, tabii yaşamak denirse. Sonsuza kadar yaşayacağımızı düşünerek farkında olmadan aldanıyoruz dünyaya.
   Her akşam, sorsak sabaha kadar yaşayacağımızın bir garantisini veremeyiz ama kurarız yine de çalar saatin alarmını. Azrail’in her an kapımızı çalabileceğini düşünmeden, planlar yapıyoruz durmadan. Ve düştüğümüz en büyük gaflet, hayallerimizi fırsat varken yaşamayıp ertelerken, o hayalleri hiç yaşayamama riskini almak.
   Allah bilir, belki bu yazının sonunu getiremeyeceğim ben de. Onlarca kez sonuna kadar dinlediğim şarkı belki bitecek benim için. Ama bakın, hem yazıyı yazmaya hem de şarkıyı dinlemeye devam ediyorum. Hatta o şarkı bitti yenisine geçtim şimdi.
   Şimdi belki diyorsunuzdur; ”Aga sen neyin kafasını yaşıyorsun, aynı yazıda kendinle çelişiyorsun.” falan diye. Siz bunu diyene kadar diğer şarkı da bitti bu arada başka şarkıya geçtim, haberiniz olsun. :)
   Evet, oradan çelişiyor gibi görünüyor olabilirim. Ama -belki yazının temel konusu olduğu için- ölümün er ya da geç geleceği gerçeğini düşünerek, ‘ölümü yaşayarak’ yazıyorum, ya da yazmaya çalışıyorum. Becerebildiğim konusu şüpheli. ”Aga çok fark etti bak ya.” falan demeyin, farkediyor işte abi.
   Peki, ne kadar sürecek bu gerçeği unutarak yaşamamız? Bir yakınımız ölene kadar mı, bir kaza geçirene kadar mı, yoksa yaşlı bir tonton dede/nine olana kadar mı? Belki de öldüğümüzü bile tam farketmeden ani bir şekilde göçüp gideceğiz bu dünyadan, kaderimizde ne yazılı Allah’tan başka kim bilebilir?
   İnsan, hayatı yaşamaya ölümü yaşamaya başladığında başlar -eğer hayatı yaşamak için geç kalmamışsa-.

Yalnız Yazı

   Çok garip hissediyorum evde tek başımayken. Yalnız, terkedilmiş. Kendi kendimi dinliyorum yatağıma uzanıp, boş duvara bakmak istiyorum saatlerce. Ve şu an -neden bilmiyorum ama- bu saçma yazıyı yazıyorum. Çok garip.
   Bu yazıyı okuyan olacak mı acaba, ya da olup olmaması önemli mi? ”Heey merhaba, orada kimse var mıı?” Yoksa şu an yaptığım boş duvara melül melül bakarken düşüneceklerimi bu satırlara yazmak mı? ”Yalnız düşüncelerim” gibi yalnız bir yazı mı bu? Kararsızım. Bu da çok garip tabii.
   Belki kimse okumaz bu satırları ve bilmeden ‘Yalnız yazı’ diye bir şey icat etmiş olurum. Sen; bunu şu an okuyorsan çok saçma olduğunun farkındayım. Çünkü teorim çöktü, biri okudu ve bu yazı yalnız olmaktan çıktı. Sen kazandın dostum. Sen zaferinin tadını çıkararak bu yazıyı okumaya devam ederken ben belki başka bir yalnız yazı girişiminde bulunacağım.
   Kaybedenler kulübünde efsane bir replik vardır, herkesin ağzına takılmıştır;”Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?” Yine bir efsane,Shakesperae bir sözüyle bu sorunun cevabını verir;

”İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.

Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.

Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.

Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.

Duygularını ifade etmekten korkuyor, rededilmekten korktuğu için.

Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.

Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.

Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.’’
   İnsanlar korkuyor, işte cevap bu! Şu fani dünyada sadece bir ömür yaşayabileceğini düşünmeden, kaybedecek bir şeyi olmadığını göremeden korkuyorlar. Ve korku böylece yalnızlıkla nikahlanıp, ruhumuza yuva kuruyorlar. Ve ardından bütün kötü duygularla kaplanmış nur topu gibi çocukları oluyor o insan. Ancak yeniden doğmuyor, yaşayamadan ve ölemeden ölüyor. Vücut ölmeden ruhu ölüveriyor ve ölmüş bir ruhu kaplayan bir beden ne kadar yararlı olabilir?
   Bilen bilir, Mor ve Ötesi’nin ‘Yalnız Şarkı’ diye bir şarkısı vardır. Ve bu yazı kadar yalnızdır o şarkı da. Youtube’da bakın, 2 yıldan fazla sürede sadece 7.000 izlenme! Hayret verici. Bu kadar güzel bir grubun amatörlüğünü bu kadar güzel yansıtabildiği bu kadar güzel bir şarkı bu kadar yalnız! Ve bütün yalnızlara hitap etmesine rağmen. -ki, yazıdan da çıkarılacak tek sonuç milyonlarca yalnızın olduğu.-
   Nedeni basit, insanlar gerçekleri unutmak istiyor. Yalnız olduklarını, korktuklarını ve öldüklerini.. Birkaç popcunun saçma sapan şarkılarının çok dinlenmesinin de sebebi bu. Hiçbir şey ifade etmiyor, hiçbir anlamı yok. E dolayısıyla hiçbir şey de hatırlatmıyor, aksine her şeyi unutturuyor ve insanlar bu yüzden bu şarkıcı(!)ları sevmeye başlıyor.
   Son olarak, eğer bu yazıyı okuyorsanız bu yazıyı yalnız bırakmadığınız ve artık yalnız olmaktan çıkardığınız için size minnettarım, ne kadar teşekkür etsem az.